Osmanlı Devleti’nin Rumeli’deki merkezi olan Edirne’nin incisi Selimiye Camii’ndeyim.. İlk bakışta kudretli kubbesi ve işlemeli minareleriyle sadece bir cami gibi görünse de, tebaanın hayatını ikame ettirebileceği bir külliye burası. Külliye ile bağlantılı olan el yazma kütüphanesi, medreseleri, arastası ve hamamıyla bir sanatçının “ustalık” eseri, Selimiye Camii. Son sınır karakolundan vakti girmiş olan ezan okunmaya başlıyor. Güneşin doğumundan önceki son sancı olan seher vaktinde, Batı’nın karanlığına seslenerek yükseliyor Selimiye’nin minarelerinden. Harim kısmına girdiğimde tek lebi olan kubbe ve üzerindeki hat işlemelerinden başka bir şey dikkatimi çekmiyor. Sabah namazı vaktinde camide Müslümanlardan çok gayr-i müslimlerin olması da içler açısı bir durum. Mihraba doğru adımlamaya başlıyorum, birkaç yaşlı amcadan başka ben ve iki arkadaşım var, daha sonra aramıza katılan imam ve müezzin… Sabah namazı cemaati bu kadar!
Namaz bittikten sonra içeri 15-20 kişilik bir kafile giriyor. Kimisi fotoğraf çekmeyi tercih ederken, kimisi namaz kılıyor, kimisi de sadece dua etmekle yetiniyor. Rehber, kafileyi halka şeklinde oturttuktan sonra heyecanla, Selimiye Camii’nin iç ve dış özelliklerini anlatmaya başlıyor. Biz de hemen halkanın bir köşesine oturuyor ve dinlemeye koyuluyoruz. Rehber, genç, orta boylu, beyaz tenli bir adam, zayıf ve naif bir sese sahip. Rehberin söylediklerinden anladığım kadarıyla aslında anlatmak istediği “Selim-i Sânî”nin ta kendisi:
– Sultan II. Selim Han’ın himmetleriyle ihya olmuş bu mimari eseri gezerken, kendisinden bahsetmemek olmaz diye düşünüyorum. Sultan II. Selim’e geçmeden önce “Selimiye neden İstanbul’da değil de Edirne’de inşa edildi?” sorusunu cevaplamak gerekir.
Bu konu hakkında hem dini, hem de İstanbul’la ilişkili bir takım nedenler vardır. Dini nedeni şöyledir: Evliya Çelebi, “Seyahatname” adlı eserinde Sultan II. Selim Han rüyasında Peygamber Efendimiz’i (sav) gördüğünden ve kendisinden Kıbrıs’ın fethi için bir cami yaptırmasını istemiş olduğundan bahseder. Bu noktada ilginç olan, caminin yapımına başlandıktan 3 yıl sonra, 1571’de Kıbrıs feth olunmasıdır.
Evliya Çelebi’nin iddiasını destekleyebilecek bir kıssa geliyor aklıma. Sultan, Kıbrıs fethine karar verdiği zaman, mâli sıkıntı sebebiyle kararını tehir etmeye çalışan Sokullu Mehmed Paşa gibi çok sevdiği bir veziri bile dinlememiş. Bu noktada Peygamber’in müjdesini arkasına aldığı düşünülebilir, değil mi?
– İstanbul’da büyük bir caminin yapımına ihtiyaç olmayışı, Sultan’ın gençlik yıllarından beri şehre ayrı ilgi beslediği gibi çeşitli iddialar da ileri sürülmüştür. Bu sebebin de hiç tutarlı yanı yoktur. Çünkü selâtin camileri ihtiyaç üzere inşa edilmemiştir ki Sultan Ahmed Camii bunun en güzel örneğidir.
Selimiye Külliyesi’nin inşa sebebini öğrendikten sonra kafiledekiler olsun, ben ve arkadaşlarım olsun içinde bulunduğumuz camiden daha çok Sultan II. Selim Han’ın şahsiyetini ve saltanatını merak eder olduk. Rehber ayaktaydı ve herkesle birebir göz teması kurmaya çalışıyordu. “Artık derli toplu bir şekilde Sultan II. Selim anlatılabilir.” dedi.
– Selim-i Sâni, on birinci Osmanlı sultanı ve yetmiş beşinci İslâm halifesidir. Annesi Hürrem Haseki, babası Kanuni Sultan Süleyman olan II. Selim, 1524 yılında dünyaya gelmiştir. Şehzade, 16 yıl süren eğitiminden sonra Konya’ya sancakbeyi olarak atanmıştır.
Osmanlı Tahtına Cülûsu
– Kanuni Sultan Süleyman, ilerlemiş yaşına rağmen Zigetvar Kalesi’nin fethi için gazâ yoluna düşmüştür. Öyle ki hayatı at sırtında ve şehit olma arzusu içinde geçip gitmiş bir sultandır. Ne kadar da hayırlı bir hayat! Sultan Süleyman, Zigetvar Kalesi’nin fethi sırasında vefat etmiştir. Vefatı Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa tarafından gizli tutularak, Hasan Çavuş’la Kütahya’daki Şehzade Selim’e haber gönderilmiş, babasının vefat ettiği ve acele ordunun başına geçmesini bildirilmiştir. Şehzade Selim, 15 Rebîulevvel 974’te (30 Eylül 1566) 43 yaşında, sekiz buçuk yıl sürecek saltanatı için tahta cülûs etmiştir.
Mübarek dedesi Yavuz Sultan Selim Han ile isimleri benzediği gibi, saltanat sürelerinin de benzediği herhalde halkadaki kimsenin dikkatinden kaçmamıştır. İslam sancağını taşıma yolunda kaderinin de benzemesini umarak dinliyorum rehberi.
– Sultan II. Selim’in tahta cülûs ettiği sırada hazine-i hümâyûn kapalıydı ve açtırtmak istememiştir. Bütün masraflar için hemşiresi Mihrimah Sultan’dan 50 bin altın borç almış ve kendi parasıyla harcamalar yapmıştır. Eyüp Sultan, Fatih Sultan Mehmed Hân, II.Bayezid Hân ve Yavuz Sultan Selim Hân’ın türbelerini ziyaret ederek, fakirlere her türbede 30 bin akçe sadaka dağıtmıştır. İstanbul’da fazla beklememiş ve Belgrad’a doğru gazâ yoluna çıkmıştır.
Sultan II. Selim tahta çıktı çıkmasına ama her padişahın tahta çıkmasından birkaç gün sonra ortaya çıkan yeniçeri taifesi ne zaman sahne alacak diye içimden geçirirken, rehberin ağzından “Yeniçeri hadiseleri de pek gecikmeden daha gazâ dönüşünde yolda iken başlamıştır.” cümlesi duyuldu.
Yeniçeri Hadiseleri
– Sultanın, babasının cenaze namazını kılıp doğruca otağına girmesi, yeniçeriler arasında homurdanmalara neden oldu. Hacı Bektâş-ı Veli gibi büyük bir zatın taifesi olduğunu iddia eden yeniçerilerin hareketlerinin törede yeri yoktu. Öyle ki, bu taşkınlıkları ve ses yükseltmeleri ayaklanmaya kadar gidiyordu. Sultan II. Selim daha tahtının ilk günlerinde yeniçerilere ters düşmek istemeyerek Belgrad gazâsından yeni dönmekte olan devlet hazinesinin cülûs olarak dağıtılmasını emretti fakat yeniçeriler bahşişi az bularak isyana kalkıştılar. Yeniçeriler noksan olan bahşiş sebebiyle, İstanbul’a girdikten sonra Şehzade Camii ve Eski Odalar’a kadar geldiler fakat orada durup yürümediler. Daha da ileri giden yeniçeriler saraya girip kapıyı kapayarak vezirleri dışarıda bıraktılar.
Dayanamamış olacak ki halkadan biri “Bunca hadise yaşanırken Sultan nerede, ne yapıyor?” diye atıldı sohbetin ortasına. Rehber tebessümle cevap verdi: “Ben de tam o noktaya gelmiştim.”
– Padişah, Haseki Hürrem Sultan Hamamı önüne kadar gelmiş bekliyordu. Yeniçeriler burada vezirleri atlarından indirip önlerine katarak padişahın önüne kadar getirdiler ve eski kanun üzerine söz istediler. Padişah da “İçlerinden Türkçe bilir ve cesaretli bir er var ise gelsin söyleyelim!” demiş; fakat korkudan hiç kimse gelmeyip de Sultan II. Selim Han “Cümle bahşiş ve terakkiler verilsin, makbulümdür!” deyince kapılar açılıp, ikindi ezanında saraya girilmiştir.
Rehber son cümleyi söylediğinde hemen yanımdaki yaşlı bir amca “Çok şükür!” dedi. Bütün halka da amcaya mukabelede bulundu ve “Çok şükür” zikri kubbeyi doldurdu. Osmanlı tebaası, sultanlarına gönülden inanmıştı, halen öyle olduğuna şahit oluyorum, oluyoruz ve olacağız. Bu sırada da rehber, sözüne hiç ara vermeden devam ediyor:
– Sultan II. Selim’in ilk icraatı, Sokullu Mehmed Paşa’yı devlet idaresinde hür ve müstakil bırakmak olmuştur. Artık en büyük soru şuydu: “Dedesi Yavuz Selim gibi şarka mı, yoksa babası Sultan Süleyman gibi garba mı yönelecekti?” O, ikisinin de mübarek yollarını tutmamış, iki doğu ve iki batıyla da “sulh politikasını” tercih etmiştir. Sultan II. Selim’in saltanat yıllarında birçok hadise gündeme gelmiştir ama “Kıbrıs Fethi ve Aça Seferi”ne değinelim, haliyle zaman kısa…
Kıbrıs Adası’nın Fethi
– Sultan II. Selim Han’a, Kıbrıs’ın fethi için iftiralar atılmıştır lakin, bunları dillendirmek asıl konun mahiyetini kaçırmamıza neden olabilir. Fethin esas nedeni ise; İskenderiye yakınlarında Venedik korsanlarının, 90 Müslümanı esir etmeleri ve büyük nakliye gemisini de ele geçirip deftardârı katletmeleridir. Korsanlar, birkaç ay sonra aynı bölgede Osmanlı ticaret gemilerine saldırdılar. Bu olaylar üzerine Sultan, derhal Venedik’e bir elçi göndererek Kıbrıs’ın Osmanlı Devleti’ne terkini istedi ama bu istek reddedildi ve sefer hazırlıklarına Ebusuûd Efendi’den fetva alınarak başlandı. Fetvadan birkaç söz nakledecek olursam: “Eskiden bir İslam vilayeti iken, daha sonra kafirlerin eline geçmiş olup, bu kafirler medreseleri ve mescidleri harap edip, minberleri ve mahfilleri küfür ve dalâlet ile doldurup…” diye devam ediyor. Lala Mustafa Paşa, bütün Avrupa kuvvetlerinin Venedik’e yardım etmesine rağmen, Mogosa’yı alarak fethini tamamladı.
İslam’ın izzeti ve şerefi koruma noktasında bundan başka bir adım atılamazdı. “Sizden, fetihden önce infak eden ve savaşan kimse ile bunları yapmayan elbette bir olmaz.” ayet-i kerimesi kulaklarımda çınlıyor. Dininin ve din kardeşlerinin izzeti için savaşanlarla, dinine ve din kardeşlerine “yobaz veya gerici” yaftasını yapıştıranlar elbette bir olmaz.
Osmanlı Ordusu Açe Seferi
– Kanuni Sultan Süleyman’a nasip olamayan hizmet, II. Selim Han’a nasip olmuştur. Garplı akbabalar, Hindistan ile Baharat adalarını tehdide başlamışlardı. Açe Sultanı Alâeddin, devrin en büyük hükümdârı Sultan Süleyman’dan yardım istedi. Hüseyin isminde bir elçinin reisliğinde heyet, kıymetli hediyeler ve yardım isteyen bir nâmeyle İstanbul’a gelmiştir ancak bu yolculuk 2 yıl sürmüştür. Heyetin İstanbul’a geldiğinde ise, Sultan Süleyman’ın ölüm haberi gelmiş ve görüşememişlerdir. Bunun üzerine Açe sultanının elçisi yeni pâdişahın huzuruna kabul edildi. Açe sultanının yardım isteği büyük hürmetle karşılanmış ve sadrazamın etkisiyle de, barutçu ustaları, mühendisler, mimarlar, hattatlar, minyatür ustaları, kuyumcular, medrese muallimlerine varıncaya kadar bir kafile, Hızır Reis komutasındaki 20 parçalık Osmanlı filosu, yardım için Hind Okyanusu’na açılmıştır. Sultan II. Selim, fermanı ile birlikte bir de bayrak göndermiş ve bu bayrak Sultan II. Abdülhamid Han zamanına kadar mukaddes bir emanet olarak korunmuştur.
Bu hizmet, Açeli Müslümanlara adeta nefes olup hayat vermiştir. Tarihte bu toprakların insanlarının daima Müslümanların yanında olmak için çabaladığına şahit oluyoruz. Bu hizmet de gösteriyor ki, Osmanlı hiçbir zaman Garplılar gibi istila anlayış içerisinde olmamıştır. Darü’l İslam olsun, Darü’l Küfr olsun daima imar ve ilmi yönden ihya gayreti içerisindeydi. “Ey izzet sahibi, atalarımızın hizmetlerini katında makbül eyle, onlarını günahlarını bağışla.” Rehberin yorgunluğu artık yüzünden okunuyordu.
Vefatı ve Şahsiyeti
– Sultan, yakalandığı humma hastalığından 28 Şaban 982’te vefat etti. Mimar Sinan’a Ayasofya Câmii avlusunda yaptırdığı türbeye defnedildi. Ağrılarının artması sebebiyle, hekimler teskin edici ilaçlar içmesini tavsiye etse de, Sultan II. Selim bunu reddetmiştir. Selim-i Sâni, orta boylu, açık alınlı ve sarışındı –bundan dolayı Sarı Selim diye de anılır- Avcılık ve yay çekmede zamanında ondan iyisi yoktur. Divân sahibi bir padişâhtır. “Selimî” mahlasıyla yazdığı şiirleri vardır. Yahya Kemâl bir beyitine “Selimiye kadar güzel” demiştir. O beyit:
“Biz bülbül-i muhrik-i dem-i şekva-yı firakiz
Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden”
Rehber beyiti okurken, yanımdaki nur yüzlü yaşlı amca da birlikte okumaya başladı ve ardından “Ayrılığın şikayetinin yakıcı demlerinin adamlarıyız biz. Sabah rüzgarı ateş kesilir, gülistanımızdan geçse.” diyerek de beyitin şerhini verdi. Benim gibi herkes şaşırmıştır herhalde. Rehber “Teşekkür ederim Hacı amca.” dedikten sonra devam etti:
– Sultan II. Selim Han, tasavvuf ehli ile görüşür, ulemâ ve şeyhlerin sohbetlerinde bulunurdu. Onlara daima yakın olmak isterdi. Fakirlere ihsânda bulunmakta çok cömert davranırdı. Öyle ki, âlimlere büyük hürmet göstermiş, cülûs bahşişinde ilmiye sınıfına da verilmesi âdetini ilk defâ Sultan II. Selim Han ihdâs etmiştir.
Son cümleleriydi rehberin. Kafiledekiler olsun, sonradan katılanlar olsun rehbere güzel sohbet için teşekkür ediyordu. O sırada yaşlı amca bastonuna tutunarak kalkmaya çalışıyordu, hemen yanına vardım ve kalkmasına yardım ettim. Ona duâ ettim ve duâsında yer ayırmasını istedim.
İstanbul’a geldikten iki hafta kadar sonra Solakzâde’nin eserinde Kıbrıs’ın Fethi ile ilgili bir hadis-i şerife denk geldim: “Bir gün Ümmü Harâm’ın hânesinde, Resulullah (s.a.v.) Efendimiz vahiyle meşgul idiler. Tebessüm ederek, kendilerine geldiklerinde, Ümmü Harâm Peygamberimiz’e: ‘Ya Resulallah daima tebessüm ediyorsunuz. Bunun sebebi nedir?’ diye sual etmişlerdi. Resulullah Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki: ‘Ya Ümmü Harâm, ümmetimden bir taife gördüm. Taht üzere padişahlar gibi gemilere binip, düşman gazasına gittiler.’ Ümmü Harâm: ‘ Ya Resulullah duâ buyur, ben de onlardan olayım.’ dediğinde, o mürüvvet ve vefa kaynağı: ‘Ya Rabbi onu, onlarla haşreyle!” diye duâ buyurdular. Hz. Muaviye (r.a.) zamanında Ümmü Harâm, gemiye binerek Kıbrıs Adası’na gazâ için gitti. Gemiden çıkıp fethe giderken şehit oldu. İçi nur dolu kabirleri oradadır.”
Bir gazâ nedenidir, Ümmü Harâm’ın mübarek kabrinin Darü’l küfrün toprakları içerisinde olması. Bu hadis-i şerifi öğrendikten sonra Ümmü Harâm’ın mübarek kabrinin Kıbrıs Rum kesiminde olduğunu öğreniyorum ve minnet duygularıyla II. Selim Han’ı anıyorum.
Solakzâde’nin eserinde Sultan II. Selim hakkında birçok hadiseye şahit oluyorum. Sakız Adası’nın Fethi, Yemen Seferi, Süveyş Kanal Projesi, Don- Volga Kanal Projesi –gene Müslümanlara yardım sebebiyledir-, Astrahan’ın Fethi, Dalmaçya Kıyılarının Fethi, Tunus Fethi, Kırım Hanlığı’nın Moskova Seferleri, Kahire Kalesi’nin Fethi ve daha niceleri. Moskova seferleri demiş iken, Solakzâde’nin eserinden Sultan’ın Rus Çarı’na gönderdiği mektuptan bir bölümü alıntı yapmalıyım: “…Ve dünya kadar kuvvetli iktidarımıza sadâkat ve doğrulukla kul-köle olduğunuzu ve ayrıca dostluğunuzu bildiriyorsunuz, öyle ise ben de bunu öğrendim ve sevindim. Aksi halde kötü düşüncelilerin haklarından gelmek için Hz. Allah’ın inâyeti ve Peygamberimiz’in mu’cizât-ı kesiresi ve evliyanın yardımlarıyla, Müslüman askerleri düşmanların haklarından gelip birçok kaleleri fethedip; bu arada nice sultanlar gayret gösterip alamadıkları halde eskiden Venedik elinde olan Kıbrıs Adası dahi memleketimize dahil olmuştur…” diye IV. Ivan’a ikazda bulunmuştur.
Bunca fetih ve seferlere hatta ilmi çalışmaların ve Müslüman memleketlere ilmi yardımlarının yanında halen II. Selim saltanı için “Duraklama Devri” denilebilir mi? Sultan II. Selim’in Rus Çarı’na ikazının, Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransa vilayeti kralına verdiği ikazdan aşağı kalır yanı var mı?
Selim-i Sâni hakkındaki iddialar ve hakikatler ile başbaşasınız.