Bulunduğum köşeden hacer’ül esvedin üç parçasını seçebiliyorum. Birisi mihrabın tacında, diğeri minberin, bir diğeri ise yine minberin külahında. Simsiyah, hiçbir göz alıcılığı olmayan bu üç küçücük nokta, gönül sahiplerini bu denli cezbediyor, hele de cümle kapısının hemen üzerindeki dördüncüleriyle bir olup, yeryüzünü, İstanbul’u, işte tam burayı, bu camiyi cennetin nûruna gark ediyorlar ya, iman etmemek elde değil.
İkindi ezanının okunmasıyla birlikte, caminin içinde hafif bir rüzgar gibi dolanan tatlı uğultu, yerini pür-sükût ve’l huzur nurlu çehrelere bırakıyor. Perşembe ikindilerine has olan nihâvent makamındaki ezan, müezzinin sadrından çıktıktan sonra evvela havadaki zerrecikleri, daha sonra ise 1575’in İstanbul’unda, bu mübarek sesin eriştiği bütün mümin kalpleri eşsiz bir neşeye sevk ediyor. Az sonra ezan nihayete erip de, minberin sol yanına dayanarak başını göğsüne yaslamış olan uzun boylu, melek-sîmâ yaşlı adam ayağa kalkınca anlıyorum, bir cihan devletinin eşine az rastlanır derecede ferasetli sadrazamıyla dakikalardır aynı kubbe altında bulunduğumu. Bir heyecandır alıyor zayıf bedenimi. Müezzin kamet getiredursun, ben hürmet ve muhabbet dolu yüreğimi sakinleştirmeye çalışıyorum.
Mimar Koca Sinan’ın, İstanbul’un dik yokuşlarına zarif ve muvazeneli bir dokunuşla kondurduğu Sokullu Mehmed Paşa Camii’ndeyim. Sinan camilerinin ekseriyetinde rastladığımız üzere, insanı ilk adımını attığı andan itibaren tesiri altına alan, ruha dokunur derecede güzel bir aydınlık var burada. Her pencere, içeri süzülen ışık huzmelerinden mamül bir nur yatağı adeta. Öyle ki Sultanahmed meydanının kalabalığından sıkıldığınız bir günde, bir koşu buraya gelip buradaki, sayısı doksandan fazla olan nur yataklarından birine, caminin bir köşesine sığınabilirsiniz. Ağırlıklı olarak orijinal dokusu korunduğundan mıdır bilemiyorum, içerde, sizi 1500’lerin kalbine, o muhteşem yüzyıla götürecek kadim bir koku duyuluyor.
Sokullu Mehmed Paşa Camii, 1571 senesinde eşi, Sultan Selim-i Sâni’nin kerimesi İsmihan Sultan tarafından Paşa adına yaptırılmış. Esasında bir külliye formunda bulunan camiye; on altı odası ve bir dershanesiyle birlikte bugün Kur’an-ı Kerim kursu olarak hizmette hâzır olan, tavan örtüsü kubbeli bir de medrese eşlik ediyor. Dikdörtgen şeklindeki avlunun üç kenarını bu 16 oda, bir kenarını ise revaklı son cemaat yeri oluşturuyor. 13 metre çapındaki altıgen bir kubbenin muhafaza ettiği caminin iç mekan duvarları ve pencere alınlıkları, İznik çinileri ve mükemmel kalem işleriyle bezenmiş. Mukarnas oymalı mihrap ve minber, dönemin mermer işçiliğinin pek güzel örneklerinden. Minberin külahında ve mihrabın iki yanındaki duvarda bulunan çiniler ve kıble duvarını süsleyen vitraylı pencereler ise bu zarif işçiliğin ön plana çıkmasında büyük pay sahibi.
Mihrabın tacında bulunan levhaya, pek çok camide rastladığımız üzere, Âli İmran Sûresi’nin 37. ayet-i kerimesi “Küllemâ dehale aleyhâ Zekeriyyal mihrab” hattedilmiş. Kıble duvarını, mihrabı çepeçevre kuşatarak süsleyen çinilerde ise kelime-i tevhid ve kelime-i şehadet yer alıyor. Minberin tacında, bugüne maalesef bir kısmı silinerek ulaşmış bulunan yine “Lâ ilahe illallah” lafzı bulunuyor. Cami içerisinde, yazının giriş kısmında bahsettiğim Hacer’ül Esved’den, minberin tacı ve külahında, mihrabın tacında ve giriş kapısının hemen üzerinde olmak üzere dört küçük parça bulunuyor. Hacer’ül Esved muhafazaya alınırken kopan bu parçalar, o tarihlerde İstanbul’a getirilerek bugün camide bulundukları noktalara altın çerçeve içerisinde gömülmüş.
Caminin boyutlarıyla ahenkli olarak nispeten küçük bir müezzin mahfili, girişin hemen sağına yerleştirilmiş. Korkulukları dahil nefis bir işiçilikle mermerden yapılmış olan mahfile yine mermerden yapılmış ufak bir merdivenle çıkılıyor. Benzer dokuyu üst mahfillerde de görmek mümkün.
Ve Sokullu Mehmed Paşa’dan Hatıralar…

Cümle kapısı. Camiye, Yâsin Sûresi’nin 58. ayet-i kerimesi ile giriyoruz: “Allah-u Teâla ve Tebâreke buyurdu ki: ‘(Onlara) Rahîm olan Rab’den kavlen bir selâm da vardır.'”