Mahallenin üzerine çöken sis dalga dalga yayılırken, kediler birbirini dürterek uyandırıyordu. Dallardaki kuşların bile henüz sesleri çıkmazken ortalığı kaplayan huzursuzluk, uyuyanların üstüne demirden bir ağırlık gibi çökmüştü. İki katlı apartman ile yanında bulunan müstakil evin içinden çocuk sızlanmaları geliyor, sabahın kör saatinde kalkmaktan bıkmış annelerin sesi birbirine karışıyordu. Vaktini şaşmayan, bir deri bir kemik kalmış atıyla her gün yolları arşınlayan sütçü ortalıkta görünmüyordu. O geldi mi okul saatinin yaklaştığını anlayan ev sahibelerini bir telaş alır, sütçüden kaplarını doldurmalarını isterken öte taraftan da çocukların önlüklerini aceleyle kafalarından geçirirlerdi. Uzun zaman sonra ilk kez etraf bu kadar sakin, aynı zamanda da gergindi. Çocuklar tek tek kapı önlerinde birikmeye başlarken tiz bir siren sesi duyuldu. Polis arabasıyla arkasındaki ambulansı görenler gözlerine inanamadı. Ne olmuştu da ortalık bir anda böyle karışmıştı? Gece kimsenin dikkatini çeken bir şey olmamıştı.

Ailelerin yemek yeme seslerine cızır cızır sesiyle televizyon da eşlik etmiş, vakit geçe kalmadan herkes yataklarına çekilmişti.

Yolu açan polis arabasından iki memur indi. Fal taşı gibi açılmış gözleriyle olanı biteni takip eden Fatma nineye Ali Bey’in evi soruldu. Parmağıyla iki katlı binayı gösteren nine merakını gizlemedi:

– Hayırdır evladım, neler oluyor?

Polis memurları evin yerini öğrendikten sonra ninenin sorusunu duymadan yanından ayrılmışlardı. Ambulans görevlilerine yolu göstererek binaya girdiler. Arkalarından birkaç mahalle sakini daha. Polisin onlarla uğraşacak zamanı yoktu. İkinci katın kapısı açık dairesinden içeriye girdiler. Yerde boylu boyunca uzanmış Ali Bey’in başında bakkal çırağı Osman bekliyor, korkudan gözyaşlarını tutamıyordu. Bir eli Ali Bey’in kanlı başının altında, bir eli pırpır atan kalbinin üzerindeydi. Polis önce ortalığı kolaçan edip ters giden başka şeyler var mı diye kontrol etti. Asayişin berkemal olduğunu anlayınca uzun boylu, saçları kulaklarının üzerinden yavaşça kırlaşmaya başlamış orta yaşlı polis memuru Osman’ın yanına yaklaştı. Hafifçe eğilerek sordu:

– Anlat bakalım delikanlı, burada neler oldu?

Osman’ın cevap verebilmesi için aradan dakikaların geçmesi, bir bardak su vermeleri ve rahatlatıcı cümleler kurmaları gerekti. Neden sonra çırağın dudaklarından birkaç kelime döküldü:
– Dün.. Dün benden bu sabah için süt getirmemi istemişti. Midesi ağrıyormuş. Olur demiştim. Söz verdiğim saatte geldim. Kapı yarı açıktı. Bilerek yaptığını düşünüp adını sesleyerek içeri girdim. Sonra da onu aha böyle upuzun yatarken buldum. Yanaklarına vurup ayıltayım derken üstüm başım kan oldu. Siz gelene kadar da yerimden kıpırdayamadım. Yaptığım tek şey telefona sarılıp ambulans çağırmak oldu.

Apartmanın önündeki kalabalık her geçen saniye artıyordu. Bir cinayet olmasından şüphelenen mahalle halkı çıkabilecek her türlü dedikoduya hazır bir şekilde birbirlerini iterek bekleşmeye başladı. Uzaktan durumun garipliğini sezen Şener Usta yavaşça yaklaşıp geride duran bir dedeye neler olduğunu sordu. Durumun Ali Bey’le ilgili olduğunu duyar duymaz ok gibi yerinden fırlayıp binanın içine daldı. Tam merdivenlerden yukarıya çıkacaktı ki sedyeyle ambulans görevlilerinin aşağıya indiğini gördü. Ağzını açmaya vakit kalmadan hastayı araca bindirip siren sesleri eşliğinde uzaklaştılar.

Şener Usta, mavi, yer yer boyaları dökülüp paslı demirleri ortaya çıkmış dış kapının yanına çöktü. Başı avuçlarının arasında bir süre kaldırım desenlerini seyretti. Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. Bunun böyle olacağını tahmin etmeli, kardeşlerle bir kez daha konuşmuş olmalıydı. Ama ne çare, artık çok geçti.
Kimseyle muhatap olup sorulara maruz kalmak istemediğinden ağır aksak caminin yolunu tuttu. Fırının sokağından geçerken adımları yavaşladı. Emektar dükkanı son kez mi ağırlamıştı Ali’yi? Ya ona bir şey olursa buna nasıl dayanırdı? Tamam yıllardır kanlı bıçaklı gibi birbirlerine düşman kesilmiş olsalar da onlar ağabey kardeşti. Et tırnaktan ayrılır mıydı? Dışarıdan sert bir ceviz kabuğu gibi görünseler de sinelerinde pamuk gibi kalpleri olduğundan adı gibi emindi. Dünya malı diye kaç kere söylemişti oysa. Yapmayın, etmeyin demişti. Sultan Süleyman’a kalmayan fani servet onlara kalır mıydı? Bunun için birbirlerini kırmaya değer miydi?
Sorularının artık bir önemi yoktu. Ali Bey hastanede, Nihat Bey de muhtemelen birazdan nezarethanede olurdu. Ancak içinden bir ses bu olayda Nihat’ın parmağının olmadığını söylüyordu. Mahallelinin aynı şekilde düşünmediğini çok geçmeden anladı. Cami sokağına sapacağı sırada bakkal Necmi ve nalbur Yasin ile karşılaştı. Necmi’yi uzun yıllardır tanısa da Yasin denen adamla karşılaşalı çok olmamıştı. Dolayısıyla ona pek de güvenmiyordu. Necmi, Şener Usta’yı görür görmez konuya girdi:

– Gördün mü şu Nihat’ın yaptığını? Yahu insan ağabeyine bunu yapar mı?
– Dur bakalım Necmi Efendi. Ne malum Nihat’ın yaptığı? Daha olay taze. Biraz sabredin hele.
– Neyini bekleyelim usta? Bilmiyor muyuz sanki Nihat’ın yıllardır Ali’nin arazisinde gözünün olduğunu? Ne zaman yüksek değerde satıldı, o gün bugündür daha da düşman oldu. Ne yalan söyleyeyim biraz da haklı.
– Etmeyin eylemeyin. Babası ikisine de miras bıraktı. O dönem Ali’nin maddi sıkıntıları vardı, ailesiyle arası limoniydi. Durumu biraz düzelsin diye Nihat’la da konuşup bu karara vardı. Siz de biliyorsunuz, başlarda ses etmese de sonradan aklına girenler yüzünden ağabeyine sırt çevirdi. Özünde iyi bir adam, ben biliyorum.

Nalbur Yasin sessizce konuşulanları dinliyordu. Yorum yapmak istese de Şener Usta’dan fırsat bulamıyor, her defasında kelimeler boğazında düğümleniyordu. Namaz vaktinin geldiğini fark eden Şener Usta konuşmayı kesip selam vererek yanlarından ayrıldı. Yürüyüşünü hızlandırırken arkasından bakanlar aralarında fısıldaşıyordu:

– Nereden biliyormuş, sanki müneccim. Nihat’ın yaptığı ortaya çıkınca ne diyecek bakalım?

Tüm bu olan bitenlerden habersiz güne başlayan Nihat üzerindeki ağırlığı atmak için banyoya yöneldi. Aynada solgun yüzüne baktığında ürperdi. Tuhaf bir duygu içine çöreklendi. Elini yüzünü yıkayıp mutfağa geçti. Çelik demliğe musluktan su doldurup ateşe koymak üzereydi ki kapının zili ısrarlı bir şekilde üst üste çalındı. Pijamasının belini çekiştirdi, kapının koluna asıldı. Karşısında polisleri görünce gözleri kocaman olsa da belli etmemeye çalışarak sordu:

– Buyurun memur bey?
– Nihat Kamuran siz misiniz?
– Benim.
– Bizimle karakola kadar gelmeniz gerekiyor.
– Neler oluyor, neden götürüyorsunuz beni?
– Ağabeyiniz Ali Kamuran’ı kasten öldürmeye teşebbüsten tutuklusunuz!