“İnsan öğrendiği şeyi, niçin öğrendiğini bilmeli.”

Bir akşamüstü halk otobüsünde, arkamdaki koltuklardan ikisini sohbetle dolduran iki gençten duydum bu cümleyi. Eğitim sistemimizdeki eksiklerden, hoca-talebe ilişkisinden, kaybettiklerimizden bahsettiler yol boyu. İstemsizce kulak misafiri olduğum o sohbetten geriye sadece, telefonuma not alabildiğim bu cümle kaldı.

Hayli zaman geçti o günden bu yana. Bana bu cümleyi yeniden hatırlatan şeyse, son zamanlarda gerçekleştirdiğim iki seyahat oldu. Büyük bir hevesle gittiğim Edirne’den de, canım Çanakkale’den de aynı hayal kırıklığıyla döndüm.

Çanakkale’de, boyuna bosuna, şekline şemaline değişik anlamlar yüklenmiş “yepisyeni” anıtların, binlerce şehitten çok azına nasip olabilen mezar taşlarını nasıl da gölgelediğine, nasıl da kenara ittiğine bütün manasızlığıyla şahit oldum. Eskisini, orijinalini yani hakiki manayı bedende ruh gibi taşıyanları ihya etmektense; belediyelerin, hükümetlerin, büyük büyük(!) isimlerin, altına imzasını koyduğu, birkaç sembolle zenginleştirilmiş(!) fakat manasını olabildiğince yitirmiş anıtlar yapmayı tercih etmişiz. Üzgünüm ki, hiçbir anıt hissettiremedi bana; kardeşiyle koyun koyuna yatan şehidin bir karış toprağı başında, boynu bükük duran mezar taşının hissettirdiklerini. Ve üzgünüm çok daha fazla, hiçbir şehitliğe okunmadı, anıtların koca koca taşlarına okunan Fatiha. Paldır küldür geçtik o topraklardan, öksüz koyduk tarihi. Seyid Onbaşı’nın, alçıdan yapılmış heykeli kadar bile rağbet görmedi hikayesi.

Edirne’de hüsranı ilk defa, Selimiye’nin yamacına kadem bastığımda duydum. Camiinin gölgesinde bir alan, sıra sıra mezar taşları. Birinin yüzü maşrıkta, diğerininki mağrip. Daha sonra anladım ki bir kabristan değil burası, mezar taşlarının özenle dizilip ‘sergilendiği’ bir müze sadece. Girdim, gözüme takılan birkaç mezar taşını okuyup, Fatiha’mı da ruhlarına hediye edip çıktım. Ben “Rabia bint-i Süleyman” yahut “Mustafa ibn-i Necib” olsaydım, dünya döndükçe kabrim başında beni yâd etsinler diye konulan mezar taşımı kabrimden, benden ayıranlara ve kabrimi yapayalnız bırakanlara hakkımı helal eder miydim?

Bilmemiştik ya hani ‘neyi, neden öğrendiğimizi’ Selimiye’yi de ihya etmeyi bilmedik. Meşhur “ters lale”yi korumak için gösterdiğimiz gayreti,  mümin secdelerinin öptüğü halıların düzgün serilmesi için göstermedik. O laleyi görebilmek için müezzin mahfili altında bekleyip belimizi büktüğümüz kadar, kubbedeki ayet-i kerimeyi okumak için başımızı kaldırmadık. İşte bu yüzden Selimiye bir lale ve birkaç efsane, Eski Camii ise birkaç sırlı hat levhası olarak kaldı nezdimizde.

Elimizde muhteşem bir tarih ve muhteşem eserler var. Yeni şeyler söylemeden evvel, Selimiye’yi, Çanakkale’yi, Çırağan’ı, Mostar’ı, Mescid-i Haram’ı, El-Hamra’yı ve Mescid-i Aksa’yı iyi okumak gerek. Neden okuduğunu da bilerek okumak gerek. Tarih bilinci budur.