Maksurelerden birindeyim. Mihraba, hat levhalarına en hâkim noktada olanlardan birinde. Kucağımda bu satırları not ettiğim minik bir defter, maksurenin halısız ve yorgun ahşap zemininde oturuyorum. Çevremde yüzlerce turist ve rehberin yedi iklimden sesleri, bulunduğum noktanın manevi sesinde boğuluyor. Sırtımı dayadığım sütunun önünde oturan Ali Kuşçu’nun sesini duyuyorum ben, Allah-u Teâlâ’nın kudretini semada nasıl gördüğünü anlatıyor. Az ötemdeki maksurede kelâm dersi dinleyenlerden birinin üç veya dört yaşlarındaki çocuğu koşarak yanı başımdaki mermer küpe geliyor. Musluklardan birini açıp, incecik akan gül şerbetinin altına bardağını koyuyor hemen. Burnumda daim bir gül kokusu. Bu küp, şerbetle dolu olmasa da duyuyorum ben bu kokuyu. ‘Sema’ diyor Ali Kuşçu, kaldırıp başımı Ayasofya’nın semasına bakıyorum. En tepede yaldızlı bir halka içine yazılmış âyet-i kerimeyi görüyorum. Hat levhaları, sanki duvarda sabit değil de birer meleğin kanadına yüklüler. Rengârenk camlı pencerelerden içeri süzülen ışık demetlerinin arasında yüzüyorlar.
Bugün insanların ayaklarıyla ezdiği kırık ve soğuk mermer zemine, el dokuması yüzlerce halı seriliyor. Ekserisi kırmızı. Ve ısınıyor bütün taş yapı, sıcacık bir iklim yayılıyor buhurdan. Biraz daha ısınıyor, anlıyoruz ki ezan vakti yakındır. Ayasofya’nın dört minaresinin dördü de birer müezzini ağırlıyor şerefesinde. Başlıyorlar tek tek ümmet-i Muhammed’i davet etmeye: “Allah-u Ekber! Allah-u Ekber!”
Bütün maksureler tek tek boşalmaya başlıyor. Geniş bir sükût dalgası halinde insanlar, ön saflara akıyor. Müezzinler ezanı bitirip, mahfillerine konuyor. Sultan Süleyman’ın şamdanları mihrabın iki yanında, imam efendi de onların arasında yerini alıyor. Ve “Allah-u Ekber!”
Pür-sükût o âlemden çıkıp bugüne dönmem için üşüdüğümü fark etmem yetiyor. Yine etrafımda yüzlerce turist ve rehberle, saniyede onlarcası patlayan flaşlar. Bu yazıyı yazabilmem için hasta olmamam gerektiğini düşünüp kalkıyorum.
İstanbul’un pırlanta kubbelerini anlatmaya niyetlendiğimiz, bu yazı dizisine Ayasofya’yla başlıyorum. Bismillah!
Ayasofya, İstanbul’un anahtarıdır. İstanbul ki ‘Der-saadet’, yani saadet kapısı, Ayasofya’yla aralanır. Ve bir ümmet, koskoca bir tarihle birlikte Avnî bir kumandanın arkasından saadete erer. Fetihle ciltlenmiş bir kitabın besmelesidir Ayasofya. ‘Be’nin noktasının sırrına vakıf olmaya, onlarca hattat kalem yarıştırır. Bir kiliseyi camiiye çevirirken ismine dahi dokunmayacak kadar zarif bir medeniyetin mihenk taşıdır Ayasofya. Yanı başına bir başka camii yapılırken rağbet görmez korkusuyla, Mısır’dan kadem-i şerif getirtecek kadar sevilendir.
I. Jüstinyen’in temellerini attığı, Sultan Mehmed’in nûrunu kattığı ve bazı kimselerin müze damgasını tattırdığı Ayasofya’nın tarihini, pek çoğunuzun malumu olduğu için anlatmayacağım. Biraz onun mimarisinden, biraz iklim-i maneviyesinden, biraz da benim her adımımda ve her nazarımda tuz ekilen cirâhâtimden bahsederiz belki.
Ayasofya’nın mimari açıdan en çok dikkat çeken kısmı, kubbesidir tabii ki. Dönemi için adeta devrim niteliğinde bir denemedir, bu büyüklükteki bir kubbe. Neredeyse tüm yapının üzerini örtecek şekilde tasarlanmıştır. Fakat teknik yetersizlikler gibi nedenlerden dolayı kubbenin oturduğu duvarlar zamanla dışa doğru eğilmiş, üzerine bir de büyük bir deprem eklenince bina hepten zarar görmüştür. Bu sebepten büyüklü küçüklü pek çok onarımdan geçmiştir. Tâ ki Mimar Sinan’a kadar. Mimar Sinan olmasaydı, Ayasofya olmazdı ya hani, onun yapıya eklediği payandalar ve minareler sayesinde Ayasofya, hâlâ ayakta şükür.
Ayasofya’nın bugüne sapasağlam erişmesinin sebebi olarak pek çok efsane de anlatılır. Bu efsaneler kısmen tarihi gerçekliklere, kısmen de rivayetlere dayalı fakat öyle güzel hikayeler ki, biz gerçek dışı olduklarına inanmak istemiyoruz. Bunlardan bir tanesini Evliyâ Çelebi nakleder. Efendimiz’in (s.a.v.) doğdukları gece İstanbul’da büyük bir sarsıntı olur ki bu sarsıntıdan Ayasofya’nın kubbesi de zarar görür. Bütün çabalara rağmen kubbeyi layıkıyla onarmak mümkün olmaz ve Buhayra isimli bir rahibin önderliğinde Mekke’ye gidilir. O zamanlar henüz ufak bir bebek olan Efendimiz’in (s.a.v) mübarek ağız sularından bir miktar alınarak, Mekke toprağı ve zemzem suyuyla karıştırılır. Bu harçla birlikte İstanbul’a dönen rahipler Ayasofya’nın kubbesini onarmaya ancak vakıf olur.
Bir başkası yine Evliyâ Çelebi’den rivayet olunduğu üzere; Hızır’ın (a.s.) top kandil altında namaz kıldığıdır. 40 sabah o noktada namaza devam edenler Hızır’a (a.s.) rastlardı. Bunlara ek olarak bir de kıble kapısı kanatlarının Hz. Nuh’un (a.s.) gemisinin tahtasından yapıldığı rivayeti vardır ki tacirler ve kaptanlar o kapının önünde namaz kılıp, Nuh (a.s.)’a Fatiha okuduktan sonra sefere çıkarlardı.
Yazının ilk kısmında maksurelerden bahs açmıştık. Maksureler, camii içinde sütunların dibinde, ufak tırabzanlarla çevrili alanlar. Bu alanlar müderrislerin, yalnız medrese talebelerine değil, halkın her kesimine hitap edebildiği ve ders verebildiği mekânlardı. Burada astronomi dersinden tutun da dini ilimlere ve kelâm, akâid derslerine kadar pek çok dersi en yetkin hocalardan tahsil edebilmek mümkündü. Hatta Akşemseddin hazretlerinin ilk kez önünde tefsir dersi verdiği pencere ‘Soğuk Pencere’ olarak anılır ve ilahiyat tahsil edecek talebeler o pencereden esen serin havadan nasiplenebilmek için yarışırdı.
Bu gördüklerimiz yine yazının ilk kısmında adı geçen mermer küpler. Bir nevi camii içi sebili olarak su veya çeşitli şerbetlerin ikramında kullanılırdı. Hatta küçük olan üzerindeki yazıdan anladığımız üzere “Yeni Saray’da, Başkapı oğlanı olan Mehmed Cevahir Ağa’nın vakfıdır.” Bu küplere dair de çeşitli efsaneler bulunur. Bir tanesi küplerin, içi altınla dolu olarak bulunduğu yönünde bir rivayete dayanır mesela.
Mozaiklerden, çinilerden, hat levhalarından, müezzin ve hünkâr mahfillerinden, mihrab ve minberden, efsanalerden uzun uzadıya bahsetmemin imkânı yok maalesef. Fakat sizin için bolca fotoğraf bırakacağım buraya.
Fakat ondan evvel biraz da camiinin dışına çıkarmak isterim sizi. Bahçede en çok dikkat çekecek yapı şüphesiz altın varaklı, nefis şadırvandır. Sultan I. Mahmud Han’ın camiiye kazandırdığı bir başka güzel eser yani. Hemen sundurmasının altında şadırvanı çepeçevre saran ayet-i kerimeler, iç kısmında ise tane tane beyitler yazılıdır. Dışarıda göreceğimiz bir başka nazik yapı da sebil; sıra sıra musluklar sade bir mermer panonun üzerinde sabittirler. Buradan biraz ileri geçip camiinin batı kapısına geldiğimizde, bir sütun üzerinde hemen göze çarpacak kadar güzel yazılmış bir yazıyla karşılaşırız. Bu yazı Efendimiz’in (s.a.v.) İstanbul’un fethi için söylediği ve Sultan Mehmed’le birlikte askerlerinin de herkese nasip olmayacak o güzel övgüye mazhar edildikleri hadis-i şeriftir. Caminin dışındaki yapılardan şu ikisini de es geçmeden zikredelim: Sıbyan mektebi ve muvakkithane. İkisi de ufak yapılar olmasına rağmen birisi tedrisatta, diğeri ilmî alanda yıllar boyu kusursuz hizmet vermiş. Şu anda da müze müdürlüğünün ofis çalışanlarına ve müdür yardımcısına ev sahipliği yapıyorlar.
Her adımımda ve her nazarımda tuz ekilen cirâhâtimi de anlatacaktım. Bir camiye ücret ödeyip girmek, halısız zeminine ayakkabılarımla basmak, yüzlerce turistle –ekserisi gayrimüslim- aynı kefede milletimin ve ümmetimin mabedini dolaşmak, her nesnenin ışıklı, levhalı fakat atıl bırakılmış olduğunu görmek, yıllardır basamaklarına kadem basmamış minberi yakından azıcık da olsa görememek, Kâbe’nin işlendiği çini levhayı tam karşısından uzun uzun seyredememek, her geçidi ‘Girilmez’ yazılı, her kapıyı kapalı bulmak, hayli uzun zamandır Fatihâ’ya, kâmete, salât-ı ümmiyeye ve hassaten bir müminin alnına hasret mermerlere dokunmak çok canımı yaktı.
Müezzin mahfilinin önüne geldiğimde ise bu anlattıklarımın cümlesinden çok daha fazla içim acıdı. Mahfile çıkan merdivenler koca koca demir parmaklıklarla sıkıca kapatılmıştı. Sanki ebediyen orda kalacakmış kadar sağlam ve kendinden emin göründü gözüme o demirler. Fakat Allah dilerse açılmayacak kapı, kırılmayacak parmaklık yoktu; teselli bulduk. Ayasofya’nın nûru nûr ola!
Bir Ayasofya yazısına en çok yakışacak dizelerle bitirelim o halde yazıyı. Osman Yüksel Serdengeçti merhumun dilinden:
“Ey İslam’ın nuru, Türklüğün gururu Ayasofya!
Şerefelerinde fethin, Fatih’in şerefi,
Işıl ışıl yanan muhteşem mabet!
Neden böyle bomboş, neden böyle bir hoşsun?Hani minarelerinden göklere yükselen,
Ta maveradan gelen ezanlar?
Hani o ilahi devir, ilahi nizamlar?
…
Ayasofya! Ayasofya! Seni bu hale koyan kim?
Seni çırılçıplak soyan kim?!
Hani nerede?
Gönüllerden kubbelere,
Kubbelerden gönüllere
Gürül gürül akan Kur’an sesleri?
…
Bu olacak Ayasofya,
Bu muhakkak olacak…
İkinci bir fetih, yine bir ba’sü ba’delmevt…
Bugünler belki yarın, belki yarından da yakındır,
Ayasofya, belki yarından da yakın!”
Ve Ayasofya’dan hatıralar…

Kubbenin dört yanında bulunan melek figürü.

Sultan I. Mahmud Kütüphanesi girişi. Enfes bir kafesi var. Fakat içi boş sanırım şu an.